“Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî (gören, düşünen, ibret alan…) kişi, zamanın (bu ânın, bu demin) çocuğudur. Yoldaşlıkta “yarın” demek yoktur”.
Mesnevi Cilt:1 Beyit:133

Hasan Hüsâmeddin Çelebî

Çelebî Hüsâmeddîn, vaktiyle Konya’ya göçmüş soylu bir ailedendir ve doğum yeri, 1225 Konya’dır.

Çelebî lakabını, kendisine veren Mevlânâ’dır.

Gençliğinin ilk yıllarında, Ahîlerin Şeyhi olan babasını kaybeden Çelebî Hüsâmeddîn, zamanın bütün ulu kişileri ve şeyhlerinden yakın alâka ve himâye gördüğü halde, bütün hizmetkârları ve arkadaşlarıyla, Mevlânâ’nın hizmetini seçmiştir. Böylece Mevlânâ’nın terbiyesinde yetişip olgunlaşmış, kâmil insan olmuştur.

 

Mevlânâ, Mesnevî-i Ma’nevî’sinin Dîbâcesinde (önsözünde) Çelebî Hüsâmeddîn’i şöyle tanıtıyor:

 

Çelebî Hüsâmeddîn, âriflerin muktedâsı,

hidâyet ve yakîn ehlinin imâmı,

kalb ve akıl sâhiblerinin emîni,

âcizlerin imdâdına yetişen bir kâmil şeyh ve bir mükemmel mürşiddir.

Çelebî Hüsâmeddîn mahlûkat arasında Allah’ın emânetidir.

İnsanlar içinde Allah’ın güzîdesidir. Allah’ın resûl-i ekreme tavsiye eylediği muhterem şahsiyetlerdendir. Kıymet ve şânını, ümmetin içindeki tertemiz kullarından gizlediği kişidir.

Çelebî Hüsâmeddîn, arş hazînelerinin anahtarı, yeryüzü defînelerinin emîni, zâhirî ve bâtınî fazîletlerin sâhibi olan Ahî Türk oğlu diye tanınan, Hakk’ın ve dînin keskin kılıcı, Hasan oğlu Muhammed’in oğlu Hasan’dır.

Çelebî Hüsâmeddîn vaktin Bâyezîd’i,[i] zamanının Cüneyd’i, [ii] sıddîk oğlu sıddîk oğlu sıddîkdır. Allah ondan da, atalarından da râzî olsun.

Çelebî Hüsâmeddîn ataları cihetinden Urmiyeli’dir. “Kürt olarak yattım, Arap olarak kalktım” diyen, kadri yüce olan Şeyh Ebu’l-Vefâ’nın [iii] neslindendir. Allah onun da, soyunun da rûhlarını takdîs etsin; ne güzel bir geçmişi olan, ne güzel bir halef. Çelebî Hüsâmeddîn’in ne güzel bir soyu var ki güneş bile kaftanını onun üstüne salmış; öyle bir aslı var ki,  yıldızlar bile ona karşı ışıklarını yere yaymış.

 

Mevlânâ, Şeyh Salâhaddîn’den sonra kendisine hemdem ve halîfe olarak Çelebî Hüsâmeddîn’i seçti ve dostlarına şöyle dedi:

 

Ona baş eğin, önünde âcizcesine kanatlarınızı yere gerin!

Bütün buyruklarını yerine getirin; sevgisini cânınızın tâ içine ekin.

Âlemde, elinizi tutacak odur. Ona uyun da âleme ayak basın.

Gözlerinizi onunla aydınlatın; böylesine bir ırmak kıyısında, böylesine bir gül bahçesinde, gözleriniz onunla aydın olsun. Kimin işi tamamlandıysa, kimin hâli güzelleşmediyse, düzene girmediyse,

Onun sâyesinde altına döner; çünkü o, işin başıdır, şarabı o sunar; meyhâneci odur.

Kim sırra ermediyse ona sır bağışlar; kimin kanadı yoksa onu kanatlandırır.

Herkese, yol gösteren aşk ihsân eder; herkese gerçeklik, aşk ve din bağışlar.

O rahmet mâdenidir, Allah nûrudur.”

 

Mevlânâ’nın bu buyruğu üzerine, bütün dostlar ona itâat ettiler. Sultân Veled’in diliyle:

 

Bütün dostlar, onun lutuf suyuna testi kesildiler. Şems’e ve Şeyh Salâhaddîn’e yapmış oldukları aşağılık hareketlerden kurtulmuşlar, edeplenmişlerdi. Haset etmeden Çelebî Hüsâmeddîn’e itâat ettiler.

Çelebî Hüsâmeddîn, on beş sene Mevlânâ’nın şerefli sohbetlerinde bulundu. Mevlânâ’dan sonra da dokuz sene irşad makamında, Mevlânâ’nın postuna oturdu.

 

 “Halkı Bizim Aşk Caddemize Doğru Yönelt”:

 

Şerîatin inceliklerini korumada ve Muhammed Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem’in yoluna uymada büyük bir gayret gösteren Çelebî Hüsâmeddîn Şafiî [iv] mezhebindendi.

Çelebî Hüsâmeddîn, Mevlânâ’ya hayranlığından, her hâliyle onunla ve ondan, olmak istediğinden, mezhepde bile ona uymak diler ve bir gün Mevlânâ’nın huzûruna gelerek:

 

“Hudâvendigârımız Hanefî olduğu için ben de bugünden  sonra İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin [v] mezhebine girmek istiyorum” der. Mevlânâ, Çelebî Hüsâmeddîn’e şöyle buyurur:

 

Hayır, hayır, uygun olan kendi mezhebinde kalman ve onu gözetmendir; fakat bizim yolumuzda yürü ve halkı, bizim aşk caddemize doğru yönelt.”

Mevlânâ, ancak Çelebî Hüsâmeddîn’in bulunduğu mecliste rahat bulur, huzûr duyar, coşup ma’nâlar saçar; hakîkat ilminden bahisler açardı.

Mevlânâ’ya göre, hakîkatler memesinden, ma’nâlar sütünü emip çıkaran Çelebî Hüsâmeddîn’dir. Mesnevî’sinde bu ma’nâya işâretle şöyle der:

 

Bu söz, cân memesinde süttür. Güzel bir emen olmadıkça akmıyor.

Dinleyen susuz ve arayıcı olursa, va’z eden ölü bile olsa söyler.

Dinleyen yeni gelmiş ve usanmamış olursa dilsiz bile, yüz dilli kesilir.

Kapımdan içeri nâ-mahrem girince, harem halkı, perde arkasına girer, gizlenir.

Zararsız ve mahrem birisi gelince de, o kendilerini gizleyenler yüzlerindeki örtüyü açarlar.

Neyi güzelleştirler, hoş bir hâle getirip, bezerlerse; gören göz için, güzelleştirirler, süsleyip püslerler.

Çengin, zîr (en ince) ve bam (en kalın) nağmeleri, nasıl olur da sağır kulak için terennüm edilir?

Allah, miski beyhude yere güzel kokulu yapmadı. O güzel kokuyu, koku duyan için yarattı; koku almayan için değil.

 

İşte, İslâmî tasavvuf  edebiyatının en büyük didaktik şaheseri olan Mesnevî’yi Çelebî Hüsâmeddîn, Mevlânâ’nın tükenmez bir hazîneye benzeyen rûhundan çekip çıkarmıştır.

 

Mevlânâ’nın kırk yıl samimiyetle hizmetinde, sohbetinde bulunan Sipehsâlâr, Risâlesinde, Çelebî Hüsâmeddîn’in değerini şu cümlelerle belirtiyor:

 

“Hakikatte Hudâvendigâr hazretlerimizin tam mazharı Çelebî Hüsâmeddîn idi ve bütün Mesnevî-i Şerîf onun ricâsı ile yazılmıştır. Bütün tevhîd  ve aşk ehli, kendilerine bahşedilen, Mesnevî’nin yalnızca yazılması husûsunda, kıyâmete kadar Çelebî Hüsâmeddîn’e teşekkür etseler, yine şükran borçlarını ödeyemezler.”

 

Eflâkî, Mesnevî’nin yazılıp tamamlanmasını anlattığı bahiste diyor ki:

“Mevlânâ Hazretleri, asil kişilerin sultânı Çelebî Hüsâmeddîn’in câzibesi ile heyecanlar içerisinde Semâ ederken, hamamda otururken, ayakta, sükûnet ve hareket  hâlinde dâimâ Mesnevî’yi söylemeye devam etti. Bâzen öyle olurdu ki; akşamdan başlayarak gün ağarıncaya kadar birbiri  arkasından söyler yazdırırdı. Çelebî Hüsâmeddîn de bunu süratle yazar ve yazdıktan sonra hepsini yüksek sesle Mevlânâ’ya okurdu. Cilt tamamlanınca Çelebî Hüsâmeddîn beyitleri yeniden gözden geçirerek gereken düzeltmeleri yapıp tekrar okurdu.”

 

Bu şekilde dikkatlice 1259-1261 yılları arasında yazılmaya başlanan Mesnevî, 1264-1268 yılları arasında sona erdi.

 

Mevlânâ’nın, Çelebî Hüsâmeddîn ile sohbet günlerinin en güzel ve en mühim yâdigârı olan Mesnevî-i Ma’nevî’nin yazılması şöyle zuhûr etmiştir:

Dostların tam bir istek ve büyük bir aşk ile Şeyh Attar’ın, Hakîm-i Senâî’nin [vi] eserleriyle meşgul olduklarını; sırlarından çok haz aldıklarını gören Çelebî Hüsâmeddîn, Mevlânâ’nın da tasavvufî hakîkatleri, Allah yolunun edepleri ve inceliklerini anlatan bir eserinin olmasını pek arzu ediyordu. Bu fikrini, Mevlânâ’ya açmak için de fırsat kolluyordu. Bir gece Mevlânâ ile başbaşa kaldığı sırada, niyâz ederek dedi ki:

 

“Gazeller çoğaldı ve bunların sırlarının nûrları denizlerin ve karaların; doğu ve batının her tarafını kapladı. Allah’a hamd ve minnet olsun, bütün söz söyleyenler, bu sözlerin karşısında şaşa kaldılar. Eğer Hakîm-i Senâî’nin İlâhî-nâme’si, Şeyh Attar’ın Mantıku’t-tayr’ı tarzında bir kitap yazılsa bu bütün insanlara hâtıra olarak kalır, âşıkların ve dertlilerin can arkadaşı olur. Bu kulunuz da ister ki değerli dostlar yüzlerini sizin kutlu yüzünüze çevirsinler başka bir şey ile meşgul olmasınlar. Artık bundan sonrası, Hudâvendigâr’ın lutuf ve inâyetine kalmıştır.”

Bunun üzerine Mevlânâ hemen, mübârek destârının içinden, küllî ve cüz’î bütün sırları açıklayan, Mesnevî-i Ma’nevî’nin ilk on sekiz beytini ihtivâ eden kağıdı çıkarıp Çelebî Hüsâmeddîn’e verdi ve şöyle buyurdu:

 

Bu fikir sizin mübarek kalbinize gelmeden, böyle bir kitabın yazılmasını ve parlak ma’nâ incilerinin delinmesini, gayb ve şehâdet âleminin âlimi ve Rahîm olan Allah, gayb âleminden kalbime ilhâm etmişti. Şimdi gel, kendi himmet âsumânının yüceliklerinde uçabildiğin kadar uç ve tamamiyle Muhammed Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem’e uyarak hakîkatler mîrâcı tarafına yürüyüver, bizim iç âlemimiz, senin âhengine uysun, harekete gelsin, bu ma’nâların kelimelerini nazma başlasın.”

 

Mevlânâ, Çelebî Hüsâmeddîn’e Mesnevî-i Ma’nevî’sinin dördüncü cildinin ilk beyitlerinde şu iltifatlarda bulunur:

 

“Ey Hak ziyâsı Hüsâmeddîn, sen öyle bir ersin ki Mesnevî, senin nûrunla ayı bile geçti, aydan bile parlak bir hâle geldi.

Ey lutfu, keremi umulan, yüce himmetin bu Mesnevî’yi nereye çekmekte? Allah bilir…

Bu Mesnevî’nin boynunu bağlamış, bildiğin yere doğru çekip götürmedesin.

Mesnevî koşup gitmekte… çeken gizli, görünmüyor; görünmüyor ama, gözü olmayan bilgisizlere görünmüyor.

Mesnevî’nin yazılmasına önce sen sebep olmuştun. Artar uzarsa, artıran uzatan yine sensin.

Mâdemki sen böyle istiyorsun; Allah da böyle istiyor demektir. Allah, takvâ sâhiplerinin dileklerini ihsan eder.

Evvelce sen, varlığını Allah’a verdin; karşılık olarak da varlığını sana verdi.

Mesnevî, sana binlerce şükretmede; ellerini kaldırıp duâlar eylemede.

Allah, Mesnevî’nin diliyle, eliyle sana şükrettiğini gördü de ihsanlarda bulundu, lutuflar etti, keremini çoğalttı.

Çünkü Allah, şükredenin nimetini çoğaltmayı vâdetmiştir. Nitekim secdenin karşılığı, Allah’a yakın olmaktır.

Allahımız “secde et de yaklaş” dedi. Bedenlerimizin secde etmesi, rûhlarımızın Allah’a yaklaşmasına sebeptir.

Mesnevî ziyâdeleşiyorsa, uzuyorsa bu yüzden ziyâdeleşiyor, bu yüzden uzuyor; yoksa büyük görünmek için, laf olsun diye değil!

Üzüm çubuğu, yazdan nasıl hoşlanırsa, onunla nasıl bağdaşmışsa biz de seninle öyle bağdaşmışız, senden hoşlanmaktayız. İstiyorsan emret, çek de çekip götürelim!

Ey! sabır varlığın anahtarıdır sırrının emîri, bu kervanı güzel güzel tâ Hacc’a kadar çek, götür!

Hac, Allah evini ziyârettir, ev sâhibini ziyâret ederek hacc etmek erliktir.

Hüsâmeddîn, sen bir güneşsin, onun için sana ziyâ (ışık) dedim. Bu iki göz, hüsâm (keskin kılıç) ve ziyâ, senin vasıflarındandır.

Bu hüsâm ve ziyâ birdir. Şüphe yok ki güneşin kılıcı ziyâdandır.

Nûr ayındır; bu ziyâ da güneşin. Kur’ân’ı oku da bak!

Babacığım, Kur’ân güneşe ziyâ dedi, aya da nûr. Hele bak gör!

Güneş aydan daha üstündür ya, şu hâlde ziyâyı da mertebe bakımından nûrdan üstün bil!

Hiç kimse gidilecek yolu ay ışığıyla görmedi; fakat güneş doğunca yol meydana çıktı, göründü.

Güneş, alınacak satılacak şeyleri güzelce gösterdi de bu yüzden pazarlar gündüzleri kuruldu.

Kalp akçeyle sağlam akçe iyice ayırt edilsin, kimse hileye kapılmasın, aldanmasın diye.

Güneşin ışığı yeryüzüne adamakıllı vurdu, alış veriş edenler için âlemlere rahmet kesildi.

Fakat bu, kalpazanların istemedikleri bir şeydir, onlara pek ağır gelir bu iş; çünkü güneşin ışığı, onların işine kesat verir, kalp akçeleri görünür, fark edilir de geçmez olur.

Kalp akçe, sarrafın can düşmanıdır. Yoksula köpekten başkası düşman olur mu?

Peygamberler, düşmanlarla savaşırlar, melekler de “Yâ Rabbî, sen koru sen esenlik ver” diye duâ ederler.

Işık verip duran şu mumu, hırsızların üflemesinden, onların nefesinden uzak tut derler.

Hırsız da kalpazan da ışığın düşmanıdır ve’s-selâm…Ey feryâda yetişen Allah bu ikisinden de aman; sen feryâdımıza yetiş!

Hüsâmeddîn bu dördüncü deftere nûrlar saç! Çünkü güneş de dördüncü kat gökten doğar, âlemi nûrlara gark eder.

Sen de bu dördüncü defterle âlemlere güneş gibi nûrlar saç da ülkelerle şehirleri parlasın, her tarafı nûra gark etsin!

Bu kitap masal diyene masaldır, fakat bu kitapla kendini anlayan kişi de erdir.

Mesnevî, Nil ırmağının suyudur. Kıptî (Mûsâ peygamber’e uymayanlar)’ye kan görünür ama Mûsâ kavmine kan değildir, sudur!

Bu sözün düşmanı, şimdi gözüme şöyle görünmede: Cehenneme baş aşağı düşmüş!

Ey Hak ziyâsı, sen onun hâlini gördün; Hak sana, yaptığın işlerin karşılığını gösterdi!

Gayb âlemini gören gözün, gayb âlemi gibi üstattır. Bu görüş, bu ihsan, bu âlemden eksik olmasın!

Bizim hâlimiz olan şu hikâyeyi burada tamamlarsan yakışır.

Adam olmayanları, adam olanların hatırı için bırak; hikâyeyi bitir, hikâyeyi sona vardır.

Hikâye, üçüncü ciltte tamamlanmadıysa işte dördüncü cilt. Onu burada düzene koy, tamamla

Mevlânâ’dan Sonra, Çelebî Hüsâmeddîn’in Posta Oturma Merâsimi:

 

Çelebî Hüsâmeddîn on beş sene Mevlânâ’nın şerefli sohbetinde bulundu. Mevlânâ’dan sonra da dokuz sene irşad makamında kaldı; Mevlânâ’nın postuna oturdu.

Bu arada, Çelebî Hüsâmeddîn’in yüksek ahlâkına, tasavvufî kemâline, mahviyetine, engin gönlüne işâret eden; ma’nevî şahsiyetini hulâsa eden bir menkıbesini tasavvuf erbâbının, tarîkat ehlinin dikkatlerine sunarım:

Mevlânâ bu  dünyâdan âhirete göçtüğü vakit, Çelebî Hüsâmeddîn yedi gün sonra bütün müridleriyle kalkıp Sultân Veled’e geldi, muhabbet ve hürmetlerini arz edip niyâzla:

 

“Bundan sonra babanın yerine oturmanı, müridlere doğru yolu göstermeni, hakîkî şeyhimiz olmanı ve sırların feyizlerini insanlara saçmanı istirhâm ediyor; ben de senin üzengin yanında gaşiyeni (atının eyerinin örtüsünü) taşıyarak kulluk ve lalalık etmek istiyorum” dedi ve şu beyti okudu:

“Ey cân! Gönül evinde oturan kimdir? Pâdişâhın tahtında şâh ve şâhzâdeden başka kim oturur?”

 

Sonra dedi ki:

“Babandan sonra, uyulacak, dayanılacak kişi sensin. Onun makamı sana düşer, onun yerine geç; çünkü senin gibi ârif ve yol gösteren yok.”

Sultân Veled, çok ağladı ve son derece memnun olarak:

“Sûfî hırkaya, yetîm sanata lâyıktır. Siz babamın zamanında, halîfemiz ve arkadaşların ulusu olduğunuz gibi bu zamanda da halîfemiz ve büyüğümüzsünüz ve öyle bir Hudâvendigâr’ın yâdigârısınız. Sultânımızın vasiyeti vechile post ve halîfelik sizindir” buyurdu.

 

 


 

[i] Bayezîd-i Bistâmî (776,803-874):

Hazer denizi kenarında Bistan’da doğdu. Sultanü’l-Ârifîn (âriflerin sultânı) diye meşhûrdur. Silsiletü’z-zeheb’in beşinci halkasıdır.

Künyesi Ebû Yezîd’dir. İsmi Tayfûr, babasının adı Îsâ’dır.

 

[ii] Cüneyd-i Bağdâdî (?-909,910):

Ataları cihetiyle Nihâvendli’dir. Bağdât’ta doğmuş orada yetişmiştir ve orada ebedî âleme göçmüştür.

Künyesi Ebu’l-Kâsım’dır. Babası cam tüccarı olduğu için Zeccâc ve Kavârîri diye tanınmıştır. Kendisi de ipek tüccarı olduğundan Kazzâz diye anılır. Dayısı Serî de Sakatî yani baharat ve tuz tüccarıdır.

Zamanının bütün sûfîlerinin reisi olarak tanınmıştır. Bu yüzden kendisine Seyyidü’l-Tâife unvanı verilmiştir. Mevlevî tarîkati silsilesi ve daha birçok tarikatlerin nisbet zincirleri Cüneyd-i Bağdâdî’ye ulaşır.

Şer’î ilimlerde tam yetiştikten sonra tasavvufa dönen Cüneyd-i Bağdâdî tasavvufa dair bilgilerini dayısı Serîü’s-Sakatî, Hârisü’l-Muhasıbî, Muhammedü’l- Kassab gibi meşhûr sûfîlerden aldı.

 

[iii] Şeyh Ebu’l-Vefâ (1026-1107):

Lakabı Tâcü’l-Ârifîn’dir. Ebu’l-Vefâ seyyiddir. Hicaz’dan Bağdât’a göçmüş, Kürtlerden kız almış, bundan dolayı da Kürdî diye anılmıştır.

Şeyh Muhammed Ebu’l-Vefâ, Arapçayı bilmez imiş. Halk bu zâtı sınamak için, Arapça va’z etmesini ister. O da yarın va’z ederim der. O gece rüyasında Hazret-i Peygamber Efendimiz, mübârek parmağını ağzına götürüp mübârek tükrüğünü bulaştırarak Ebü’l-Vefâ’nın ağzına sürer. Sabahleyin kalktığında, fasih güzel bir Arapça konuşmaya başlar. O gün mescide gider, kürsiye çıkar: “Kürt yattım, Arap kalktım” diyerek va’za başlar.

 

[iv] Şâfiî (767-820)

İmâm Ebû Abdullah Muhammed bin İdris:

Babası Mekkeli ve Kureyş kabilesinin Haşimî âilesindendir.

Hicaz fıkhını İmâm Malik bin Enes’den; Irak fıkhını da  İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin talebesi olan Muhammed bin El-Hasan’dan okudu.

Hilâfu Mâlik adlı kitapla İmâm-ı Malik’in, Hilâfu’l-Irâkıyyûn adlı bir kitapla da Hanefî fıkhının tenkidini yaptı. Böylece üçüncü sünnî mezhebini kurmuş oldu.

Ehl-i sünnetin amelde dördüncü imamı Ahmed bin Hambel de İmâm-ı Şâfî’nin talebesidir.

204/820’de eski Kahire’de ebedî âleme göçtü.

 

[v] İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe (690-767):

(En büyük imam, Numan bin Sâbit)

Ehl-i Sünnet anlayışındaki mezheplerin en yaygını ve müsâmahalı olanı “Hanefî” mezhebinin kurucusudur. 690’da Kûfe’de doğmuştur. Hayatı daha çok Kûfe, Mekke, Bağdat gibi İslâm merkezlerinde geçti. Önceleri ipekli kumaş ticaretiyle meşgul olmuş, Fıkıh ilminin gelişmesinde ve yayılmasında servetinden faydalanmıştır. Sahâbe devrinde yetiştiği için tâbiûndan  olmuştur.

Hammâd bin Ebû Süleyman ve İmâm-ı Câfer-i Sâdık en çok faydalandığı hocalarından idi.

Onun hakkında İmâm-ı Şâfî: “Bütün insanlar, Fıkıh ilminde onun talebesi sayılır” der.

Meşhur eseri: Fıkh-ı Ekber’dir.

150/767 senesinde Bağdât’ta hapiste ebedî âleme göçmüştür.

 

[vi] Hakîm-i Senâî (?-1130/1131):

Gazneli olduğu için Hakîm-i Gaznevî diye de anılır. Mevlânâ’nın çok sevdiği, eserlerini okuduğu bir sûfîdir.Senâî, Dîvânı ve mesnevî tarzında yazdığı İlâhî-nâme diye de anılan Hadîkatü’l-Hakîka adlı eseri ile meşhûrdur.