“Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî (gören, düşünen, ibret alan…) kişi, zamanın (bu ânın, bu demin) çocuğudur. Yoldaşlıkta “yarın” demek yoktur”.
Mesnevi Cilt:1 Beyit:133

Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled

Bahâeddin Veled, 1150 de Belh’de doğmuş, babasının ve dedesinin ma’nevî ilimleriyle olgunluğa ermiş; ayrıca Kübreviyye Tarîkati’nin Pîri Necmeddîn-i Kübrâ’dan de feyz almıştır. Bahâeddin Veled, büyükbabası Ahmed-i Hatîbî ile Necmeddîn-i Kübrâ [i] hazretlerinin halîfesidir.

Bahâeddin Veled, bütün ilimlerde eşi olmayan kâmil bir ma’nâ sultânı idi. İlâhî hakîkatler ve Rabbânî ilimlerden meydana gelen uçsuz bucaksız bir deniz gibi olan Bahâeddin Veled; Horasan diyârının, en güç fetvâlarını halletmede tek üstâd idi ve vakıftan hiçbir şey almazdı, devlet hazînesinden kendisine tahsîs edilen maaşla geçinirdi.

Kaynakların  ittifakla rivâyet ettiklerine göre, devrinin âlimleri ve ulu müftüleri, Muhammed Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem’in ma’nevî işâretiyle, Bahâeddin Veled’e Sultânü’l-Ulemâ unvânını vermişlerdir. Bundan sonra da Bahâeddin Veled bu unvânla yâd edilmiştir.

Bu unvânın verilişi Türklerin âdetiyle de izâh edilebilir:

Türklerin güzel karakterlerini gösteren bir çok âdetleri vardı. Türkler, yüksek kabiliyet ve fazîlet sâhiplerinin tanınmadan kaybolup gitmesine, unutulmasına razı olmazlardı. Onları halkın gözüne belirtmek, halkı ilim ve irfâna yöneltmek için o gibi büyüklere lâyık oldukları birer unvân verilirdi. Bu anane, Türklerin ilme ve fazîlete karşı saygı duyduklarını gösteren parlak bir delildir. Hattâ anane gereğince imzalarının üstünde bu unvânları kullanmaya mecburdular. Onlar kazandıkları bu unvânları kendileri için ma’nevî bir rutbe sayarlar, nefisleri için bundan asla gurur duymazlardı.

Âlimler gibi giyinen Sultânü’l-Ulemâ, âdeti üzere, sabah namazından sonra halka ders okutur; öğle namazından sonra dostlarına sohbette bulunur, Pazartesi günleri de bütün halka va’z ederdi.

Sultânü’l-Ulemâ va’zı esnâsında umûmiyetle, Yunan filozoflarının fikirlerini benimseyenlerin görüşlerini reddeder ve:

“Semâvî (Allah’dan olan, İlâhî) kitapları arkalarına atıp, filozofların silik sözlerini önlerine alıp îtibâr edenlerin nasıl kurtulma ümîdi olur?” derdi.

Bu arada Yunan felsefesini okutan ve savunan  Fahreddin-i Râzî’nin [ii] ve ona uyan Harzemşâhın aleyhinde bulunur; onları bid’at ehli olarak görür ve şöyle derdi:

“Muhammed aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’ın yürüyüşünden daha iyi bir yürüyüş; yolundan daha doğru bir yol görmedim.”

 

Bahâeddin Veled, Mevlânâ’nın ilk mürşididir. Yani Mevlânâ’ya Allah yolunu öğretip, tasavvuf usûlünce hakîkateri ve sırları gösteren tarîkat şeyhidir.

 

Bahâeddin Veled, 3 Mayıs 1228 tarihinde Selçuklular’ın başşehri Konya’yı şereflendirip buraya yerleştikten kısa bir müddet sonra, son derece samimi bir dindar olan Sultân Alâeddin Keykûbat (saltanat müddeti: 1219-1236), sarayında Bahâeddin Veled’in şerefine büyük bir toplantı tertip etti ve bütün ileri gelenleriyle onun ma’nevî terbiyesine teslim oldu.

 

Sultânü’l-Ulemâ’ya gönülden bağlı olan Sultân Alâeddin onu, hayranlıkla şöyle över:

Heybetinden gönlüm tir tir titriyor; yüzüne bakmaktan korkuyorum.

Bu eri gördükçe, gerçekliğim, dinim artıyor.

Bu âlem, benden korkup titrerken ben, bu adamdan korkuyorum. Yâ Rabbî, bu ne hâl?

İyice inandım ki; o, cihanda nâdir bulunan ve eşi benzeri olmayan bir Allah dostudur.”

 

Dünyâ sultânına hükmeden, eşsiz Allah dostu; ma’nâ ve gönüller sultânı Bahâeddin Veled, 24 Şubat 1231 tarihinde Cuma günü kuşluk vaktinde ebedî âleme göçtü. Geriye Muhammed Celâleddîn gibi bir hayırlı oğul ile Maârif gibi bir eser bıraktı.

Maârif, Bahâeddin Veled’in meclislerinde, anlattıklarının, va’z ve nasîhatarının, kendisi tarafından yazılarak bir araya getirilmesiyle meydana gelmiş tasavvufî, ahlâkî bir eserdir. Konusu, muhtevâsı ve uslûbu ile birinci derecede tasavvufî bir eser olan Maârif, Mevlânâ üzerindeki tesiri bakımından büyük önem taşır.

Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled’in bâkî âleme göç edişinden sonra, Mevlânâ, babasının vasiyeti  dostlarının ve bütün halkın yalvarmalarıyla babasının makamına geçti. Mevlânâ, babasından sonra Seyyid  Burhâneddîn-i Muhakkık-ı Tirmizî ile buluşuncaya kadar, bir yıl mürşidsiz kaldı.

1232 tarihinde Bahâeddin Veled’in değerli halîfesi Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkık-ı Tirmizî ma’nevî bir işâretle Konya’ya geldi. Mevlânâ, bu kâmil insanın ma’nevî terbiyesine teslim olmuştur.

 

 


 

[i] Necmeddîn-i Kübrâ (1145-1226):

Kübreviyye veya Zehebiyye diye bilinen tarîkatin kurucusu olan büyük velîlerdendir.

Adı Ahmed, babasının adı Ömer, künyesi Ebu’l-Cennâb, lakabı Necmeddîn-i Kübrâ’dır.

Hârezm’in Heyyek (Hîyek) kasabasında dünyaya gelmiş ve Hârezm’in Moğollar’a karşı savunmasında şehîd olmuştur.

Tasavvufun târihî gelişmesi içinde ihmâl edilemeyecek mühim bir yeri vardır. Eserlerinin çoğunu Arapça yazmıştır. Farsça rubâîleri de vardır.

Eserlerinin en önemlilerinden olan, Tasavvufun on esâs ilkesini îzâh eden Usûl-i Aşere, Türkçe açıklamaları ile birlikte 1256 (1840) yılında, İstanbul’da basılmıştır.

 

[ii] Fahreddîn-i Râzî (Rey 1149-Herat 1209):

(Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer b. Hüseyin)

Tefsîr ve kelâm âlimidir. Kelâm ilmine felsefeyi sokmakla tanınır. Bu yüzden ithamlara ma’ruz kalmıştır.

Tefsîr-i Kebîr (Mefâtihu’l-Gayb) diye tanınan otuz ciltlik tefsîri meşhûrdur. Bu tefsîrin son kısmı talebeleri tarafından tamamlanmıştır.