“Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî (gören, düşünen, ibret alan…) kişi, zamanın (bu ânın, bu demin) çocuğudur. Yoldaşlıkta “yarın” demek yoktur”.
Mesnevi Cilt:1 Beyit:133

Şeyh Selahadin Zerkubî

Yağıbasan’ın oğlu Konyalı Zerkûb (kuyumcu) diye tanınan Şeyh Salâhaddîn Ferîdun, Konya civarındaki bir gölün kenarında balıkçılıkla geçinen bir âiledendir.

Ümmî olarak bilinen Şeyh Salâhaddîn, gençliğinde Seyyid Burhâneddîn’in terbiyesine girmiş, onun sohbetlerinde pişmiş, onun feyziyle olgunlaşmış, kâmil bir insandır. Ayrıca Şems’in sohbetlerinde de bulunmuş, ondan feyz almıştır.

Mevlânâ ile Şems ilk buluşmalarında, altı ay Şeyh Salâhaddîn’in hücresinde sohbet etmişlerdir. Onlara hizmet edebilme şerefine ve sohbetlerinde bulunabilme bahtiyarlığına eren zât Şeyh Salâhaddîn Zerkûb’dur.

Şeyh Salâhaddîn kuyumcu dükkanında altın varak yaparak, helâlinden para kazanmak ve ma’nevî hâlini kuvvetlendirmekle uğraşırdı.

Şeyh Salâhaddîn’in Mevlânâ ile tanışması, tâ Seyyid Burhâneddîn’in ma’nevî terbiyesi altına girdiği tarihte başlar; fakat bütün sevgilerden tamâmen vaz geçip Mevlânâ’ya ma’nen bağlanmasına ve vakitlerini onun sohbetlerine hasretmesine sebep şu hâdisedir:

Mevlânâ bir gün Şeyh Salâhaddîn’in Kuyumcular Çarşışındaki dükkanının önünden geçmektedir. İçeride varak yapmak için çekiçle altın döğmekte olan Kuyumcu Şeyh Salâhaddîn ve çıraklarının çekiç darbelerinden çıkan sesleri duyan Mevlânâ, o hoş seslerin âhengi ile cezbelenir (Allah tarafından ma’nen çekilerek irâdesi elden gider) ve vecd ile (İlâhî aşka dalarak kendinden geçip) Semâ etmeye başlar. Dışarıda Mevlânâ’nın Semâ ettiğini gören Şeyh Salâhaddîn onun, çekiç darbelerinin âhengine, ritmine uyarak Semâ ettiğini anlayınca, altının zâyi olmasını düşünmez ve çıraklarına, çekiç darbelerine devam etmelerini emrederek kendisi de dışarı fırlar ve Mevlânâ’nın ayaklarına kapanır.

 

Bu esnâda Mevlânâ şu gazelini okumaktadır:

 

“Şu kuyumcu dükkanında bir defînedir belirdi; ama ne şekil, ne ma’nâ, ne de güzellik, ne de güzellik.

Ne de güzel kuyumcular çarşısı, ne de güzel Ya’kûbların sırları; Yûsuf’un cânı bile aşkıyla Ya’kûb’un coşkunluğuna tutulur da coşar köpürür.

Aşkıyla yüzlerce Leylâ, Mecnûn gibi bağlarını, zincirlerini koparır, bu ateşe karşı Eyyûb sabrı bile zebûn olur.

Altın dövüldü, Hak kaldı; bedeni altın varak gibi bir hâl aldı; o kerûbî (Allah’a yakın bir melek gibi olan) kuyumcu, tabaktaki mücevherler gibi kalakaldı.

Gel âşıkı okşa; gerçeklere cânsın çünkü. Cânın sıkılıyor; daralıyorsan münâfıkın boynunu vuruver.”

Mevlânâ’nın Şeyh Salâhaddîn-i Zerkûb’u Kendisine Hemdem ve Halîfe Seçmesi:

 

Mevlânâ son Şam seyâhatinde, ma’nâ yönünden Şems’i, ay gibi kendinde gördükten sonra, onu aramaktan vaz geçti ve kendisine Şeyh Salâhaddîn-i Zerkûb’u dost ve hemdem olarak seçti ve müridlerine şöyle dedi:

 

“Hepiniz Şeyh Salâhaddîn’in çevresinde toplanın.

Benim başımda şeyhlik sevdâsı yoktur. Hiçbir kuş, benimle beraber uçamaz.

Ben kendi âlemimde hoşum, kimseyi istemiyorum. Bana yönelen, sinek gibi bana zahmet verir.

Bundan böyle hepiniz de onun yanına varın; hepiniz de canla başla onunla buluşmaya çalışın.

Onun nûru güneş gibi, apaçık ortadadır. Kimde gönül varsa ona deli dîvâne olur. ”

Mevlânâ, biricik oğlu Sultân Veled’e, Şeyh Salâhaddîn-i Zerkûb’a ma’nen teslim olmasını emrettiğinde buyurduğu şu sözler de Şeyh Salâhaddîn’in ma’nevî vechesini apaçık bildirmektedir:

 

“Bundan böyle Salâhaddîn’e, o dosdoğru pâdişâhlar pâdişâhına uy.

Bakışı sana düşerse, kimyâdır; ululuk sâhibi Allah’ın rahmetidir.

Denizi, katreyi inci hâline getirir; eritti mi, toprağı bile altın eder.

Pörsümüş gönlü diriltir; sana tertemiz, ebedî bir cân bağışlar.

Seni ölümden, yok olmaktan kurtarır; ebedîlik saltanatının tahtına oturtur.

Seni, sır bilgilerine bilgin eder; bütün sırlar ondan belirir.

Yeryüzündeysen, seni gök ehli hâline kor; seni, cân gibi mekânsızlık yönüne ulaştırır.”

 

Mevlânâ, Şems’e duyduğu muhabbet ve gönül bağlılığının aynısını Şeyh Salâhaddîn’e gösterdi ve bu zât ile sükûn buldu.

Mevlânâ, Allah’ın cemâl tecellîleri içinde rûhen ma’nevî bir âlemde yaşadığından, müridlerinin irşâdıyla bizzat uğraşmamış ve onların irşad ve terbiyesine, en seçkin, en ehil dostlarından birini tayin etmiştir. İşte Şeyh Salâhaddîn, bu vazîfeye ilk olarak tayin ettiği dostudur.

Mevlânâ, Şeyh Salâhaddîn’e yalnız ma’nevî bir bağ ve içten gelen muhabbetiyle kalmadı. Onun kızı, hakkında: “Benim sağ gözüm” diyerek iltifatta bulunduğu, Fatma Hatun’u, oğlu Sultân Veled’e almak sûretiyle aralarında bir akrabalık bağı da kurdu.

Mevlânâ’nın, Şems ile dostluğunu çekemeyenler bu sefer de Mevlânâ’nın Şeyh Salâhaddîn’e gösterdiği yakınlığa haset etmeye başladılar. Şeyh Salâhaddîn ümmîdir diye, yüksek irşad makamına lâyık görmüyorlardı. Şems’e yaptıkları gibi küstahlığa kalkıştılar.

Kendisine kötü düşünce ile bakan bahtsız, zavallılara, Şeyh Salâhaddîn:

 

“Mevlânâ, beni herkesten üstün tuttu da bu yüzden inciniyorsunuz.

Bilmiyorsunuz ki, benim apaçık bir görünüşüm yok, ben bir aynayım.

Mevlânâ, bende kendi cemâlini görüyor; ne diye kendini seçmesin?

O kendi güzelim yüzüne âşık; bundan başka bir fikre düşmek, kötü bir şey ” diyerek, kemâl ve mahviyetini (ileri derecede alçak gönüllülüğünü) göstermiştir.

 

Mevlânâ ile Şeyh Salâhaddîn, on yıl birbirleriyle mestâne görüşüp, sohbet ettiler; ayrılık mahmurluğunu tatmadan, visâl âleminde safâlar sürdüler. Nihâyet Şeyh Salâhaddîn hastalandı ve ebedî âleme göçtü. Yıl, 1259

Şerîatin (âyetler ve hadislerle kıyâs, icmâ-i ümmet ve büyük imamların ictihâdı üzerine kurulan İlâhî kânunun) inceliklerine riâyetkâr ve son derece âbid ve zâhid bir er olan Şeyh Salâhaddîn’in cenâzesini, Mevlânâ ve dostları, safâ ve zevk ile Semâ ederek; defler çalarak, gazeller söyleyerek, hoş bir hâl ile Sultânü’l-Ulemâ Şeyh Bahâeddin Veled’in yanına sırladılar. (defnettiler)

 

Mevlânâ’nın Şeyh Salâhaddîn’e Mersiyesi:

 

“Ey ayrılığıyla yeryüzünü de gökyüzünü de ağlatan sevgili! Gönül kanlar içinde oturakalmış, akıl ile cân ağlamaya koyulmuş.

Dünyâda yerine konacak bir tek kişi bile yok; senin yanında mekân âlemi de, mekânsızlık âlemi de ağlamaya koyulmuş.

Cebrâil ile meleklerin kanatları mosmor olmuş; nebîlerin ve velîlerin gözleri de yaşlar döküyor.

Yazıklar olsun ki, bu yas içinde sözümün tadı tuzu kalmadı ki ne çeşit ağladılar, bir örnek göstereyim.

Sen bu evden gittin, devlet tavanı çöktü; hâsıl sınamaya uğrayanlara devlet bile ağlamaya koyuldu. Gerçekten de sen bir kişi değildin, sen yüz dünyâ idin. Dün gördüm, o dünyâ da, bu dünyâya ağlıyordu.

Gözden uzaklaşalı, göz de ardından gitti; cân gözsüz kaldı da kanlar saçarak ağlamaya koyuldu.

Gayretin olmasaydı, bulutlar gibi gözyaşları yağdırırdım; fakat gönlün kanlar saçarak bu çeşit gizlice ağlayışı daha iyi.

Katre katre gözyaşı dökmek de nedir? Ayrılığınla tulumlardan su boşalırcasına ağlamak, her solukta kanlı yaşlar dökmek, her an ağlamak gerek.

Âh yazık, eyvâh yazık, yazıklar olsun, yazık; öyle bir cân gözüne, baş gözü ağlamaya koyulmuş.

Ey pâdişah Salâhaddîn, a hızlı uçan, ateşli giden devlet kuşu! Yaydan ok fırlar gibi uçtun gittin, yay da ağlıyor şimdi.

Salâhaddîn’e ağlamayı herkes ne bilsin? O ağlayışı, insanlara ağlamayı bilen bilir.