“Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî (gören, düşünen, ibret alan…) kişi, zamanın (bu ânın, bu demin) çocuğudur. Yoldaşlıkta “yarın” demek yoktur”.
Mesnevi Cilt:1 Beyit:133

Şeyh Şems-i Tebrîzî

Hazırlayan: Sülâle-i Tâhire-i Mevlânâ’dan Dr. Ahmed Selahaddin Hidayetoğlu Çelebi

Bu zâtın adı Şemseddîn Muhammed olup doğumu 1186’dır. Tebrîzli Melekdâd oğlu Ali’nin oğlu olan Şems, tahsilini bitirdikten sonra, zamanının yegâne şeyhi olarak gördüğü Tebrîzli Şeyh Ebû Bekir Sellebâf (sele sepet örücüsü)’a intisap etti, onun terbiye ve irşâdıyla yetişip olgunlaştı.

Ulaştığı manevî makamlarla yetinmeyen, bir arayış eri olan Şems, kendisini irşada muhtaç görerek, mürşidler bulmak arzusuyla seyahate çıktı. Senelerce, gücü tükenircesine birçok yerler dolaştı; zamanının arifleriyle görüştü. Bu arifler, ma’nâ âlemindeki uçuşundan kinaye olarak Şems’e, Şems-i Perende (Uçan Güneş) adını vermişlerdir.

Şems tâ çocukluğundan îtibâren İlâhî aşka dalarak yaşayan bir şahsiyettir. Şems, Makâlat’ında, çocukluktaki ahvâlini şöyle özetler:

 “Henüz ergenlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı, hiçbir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim, günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı: “Oğlum, ben senin hâlinden bir şey anlamıyorum; bunun sonu nereye varacak? Bu davranışlar seni felâkete götürecek” dedi. Ben ona şu cevabı verdim:

Baba! Seninle benim, babalık ve evlatlık münasebetlerimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyla beraber bir de kaz yumurtası koysalar; vakti gelince civcivler çıkar. Bu civcivler hep birlikte analarının arkasına düşüp giderler. Yolda bir göl kenarına rastladıklarında, kaz yumurtasından çıkan civciv, hemen kendisini suya atar. Bunu gören tavuk, eyvah yavrum boğulacak der ve çırpınmaya başlar. Hâlbuki kaz yavrusu neşe içinde yüzmektedir. İşte seninle benim aramdaki fark da böyledir.”

 

Şems, kendisini rûhen tatmin edecek seviyede Hak dostu bulamayan ve hep kendi mertebesinde bir sohbet arkadaşı arayan kâmil bir velîdir.

Şems, derin bir vecd içinde, pervâsız yaşayan ve ancak kendi rûh keşfine karşı mesûliyet duyan; harikulâde tesir gücü olan bir şahsiyettir. Aşağıda, Eflâkî’den nakledeceğim menkıbe onun bu şahsiyetini belirler:

Nasreddîn Vezîr’in tekkesinde büyük bir, posta oturma merâsimi vardı ve ulu bir kişiye şeyhlik rutbesi verilecekti. Bütün âlimler, ârifler, filozoflar, emîrler ve ileri gelenler o toplantıda hazırdılar. Herbiri, muhtelif ilim ve fenlerde sözler söylüyorlar ve tatlı sohbetlerde bulunuyorlardı. Şems bir köşede, bir hazîne gibi, murâkabeye (ma’nevî âleme) dalmıştı. Birdenbire kalktı ve onlara:

 “Ne zamana kadar, şundan bundan rivâyet edip övünerek ve atsız eyere binip erlerin meydanına koşacaksınız? İçinizden: “Kalbim bana Rabbimden bu haberi veriyor, diyecek yok mu?  Ve, ne zamana kadar başkalarının asâsıyla ayakta yürüyeceksiniz.” dedi.

 

Şems’in Muhammed Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem’e, rûhî ve fiilî yakınlık derecesi, kemâlin zirvesindedir. Şems’in Namaz ibâdeti ile ilgili, Eflâkî’den nakledeceğim sohbeti, onun bu vechesinin parlak bir aynasıdır:

Şems; Mevlânâ’nın Selâhaddîn Zerkûbî’nin ve diğer büyüklerin huzûrunda Hazret-i Peygamber’in “Namaz ancak okumakla ve kalb huzûru ile olur” hadîsini rivâyet etti ve buyurdu ki:

Bâzı insanlar, kalb huzûru bulunca namaz kılmaktan müstağnî olduklarını sanırlar ve maksad hâsıl olduktan sonra ona ulaşmak için vesîle aramak çirkindir, derler. Farz edelim ki; onlar, velâyeti ve gönül huzûrunu tamamıyla elde etmişler. Fakat onların bütün bu olgunluklarına rağmen, zâhirî namazı terk etmeleri, onlar için bir noksanlıktır. Biz böyle bir kimseye:

Sende hâsıl olan bu olgunluk Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemde de hâsıl oldu mu, olmadı mı?” diye sorarız. Eğer: “Hâsıl olmuştur” derse, bu takdirde biz o kimseye:

Nûr veren bir kandil ve eşi benzeri olmayan, bir müjdeci olan, Kerîm Allah’ın Kerîm Elçisine niçin uymuyorsunuz?” deriz.

 

Şems-i Tebrîzî buyurdu ki:

Allah velîlerinden birinin velâyeti tamam ve diğerinin velâyeti zâhir olmamış olsa ve velâyeti zâhir olan velî, zâhirî namazını terk ve öteki de buna devam etse, ben bu velâyeti zâhir olmayan, fakat namazına devamlı velîye uyarım.”

 

İşte ma’nevî veçhesi böyle olan Şems-i Tebrîzî yana yakıla, kendisine muhâtap olabilecek, sohbetine dayanabilecek bir dost arıyordu. Bir gece kararı elden gitti, vecd hâlindeydi. Allah’ın tecellîlerine gömülüp mest olduğu bir andaki münâcâtında:

Ey Allah’ım! Kendi örtülü olan, sevgililerinden birini bana göstermeni istiyorum.” diye yalvardı.

 

Allah tarafından, istediğinin, Anadolu ülkesinde bulunan, Belhli Sultânü’l-Ulemâ oğlu Muhammed Celâleddîn olduğu ilham edildi.

Bu ilham ile Şems, 29 Kasım 1244 (26 Cemâziye’l-âhir 642) cumartesi sabahı Konya’ya geldi.

 

Şems ile Mevlânâ’nın Buluşmaları:

 

Mevlânâ ile Şems, bu iki kabiliyet, bu iki nûr, bu iki rûh, nihâyet buluştular; görüştüler.

Bu iki İlâhî âşık, bir müddet yalnızca bir köşeye çekilerek kendilerini tamamıyla Hak Teâlâ’ya verdiler ve gönüllerine gelen Rahmânî ilhamlarla sohbetlere koyuldular.

Sultân Veled diyor ki:

“Ansızın Şemseddîn gelip ona ulaştı; nûrunun ışığında da gölge yok olup gitti.

Aşk dünyâsının ardından defsiz, sazsız aşk sesi erişti.

Ona mâşûkluk hâllerini anlattı, açıkladı; böylece de sırrı yücelerden de yüceye vardı.

Dedi ki: Sen bâtına rehin olmuşsun, ama şunu bil ki ben bâtının da bâtınıyım.

Ben sırların sırrıyım, nûrların nûruyum; erenler benim sırlarıma erişemez.

Aşk da benim yolumda perdedir; diri olan aşk bile benim önümde ölüdür.

Tamâmen mâşûk olan dostlar, Allah’ın rızâsını kazanmış erlerden de üstündürler, gerçekle bâtılı ayırt edenlerden de.

Onların hâli söze gelmez; söyle bakalım, onların şarabını kim içer?

Ebedîlik saltanatı âşıklarındır, ama mâşûkun saltanatı ondan da yücedir.

Zâhir ehli Mansûr’u [i] kınadı; çünkü onlar, onun âleminden uzaktılar.

Hepsi de bilgisizlikle ona düşman oldular; çünkü onun sırrından bir koku bile alamamışlardı.

Mansûr bu çağda olsaydı, onların hâli (Şems ile Mevlânâ’nın hâli) ona da örtülü kalırdı.

O da onlara düşman olur, onlara kast eder, onları cezâlandırmak için dara çekerdi.

Şems, Mevlânâ’yı şaşılacak bir âleme çağırdı; öyle bir âleme ki ne Türk gördü o âlemi, ne Arap.

Üstâd Şeyh, yeni bilgi beller bir hâle geldi; her gün onun huzûrunda ders okumaya başladı.

Sona varmıştı, yeni baştan ders başladı; kendisine uyulurken o, ona uydu.

Bilgide tek olgun erdi, ama onun gösterdiği bilgi, yepyeni bir bilgiydi.

Gerçek âşık pek az bulunur; o, sır gibi insanlardan gizlidir.

Dünyâda, inci gibi pek az bulunur; pek az kişi onun belirtisini görür, ondan haber alır.

Âşıkın hâli böyle olursa ey oğul, cân gözünü aç da iyi bir bak;

Mâşûkun hâli nice olur? O, anlatılmaktan da dışarıdadır, söylenilmekten de.

Ulaşıp buluşanlar bile onu tanıyamazlar; çünkü benzerini duymamışlardır bile.

Çünkü o güzellikten haberleri yoktur da, başka bir yere bakar dururlar.

Tebrîzli Şems, işte o pâdişahlardandı. Hâsılı onu, oraya çağırdı.

O da onun cinsindendi de vardı, ona ulaştı; cân yoluyla cânının cânına kavuştu.”

 

Mevlânâ’nın Mâşûkluk Mertebesine Erişmesi:

 

Bu husûsu Sultân Veled şöyle açıklar:

“Âlemdeki erenlerin derecelerinden üstün bir derece vardır ki; o, mâşûkluk durağıdır. Âleme bu mâşûkluk durağına dâir haber gelmemişti. Tebrîzli Şemseddîn zuhûr edip, Mevlânâ Celâleddîn’i âşıklık ve erenlik mertebesinden, bu zamana kadar duyulmamış olan, mâşûkluk mertebesine eriştirmiştir. Esâsen Mevlânâ, ezelde mâşûkluk denizinin incisiydi; her şey döner, aslına varır.”

 

Hatıra gelebilecek bir soru: Şems mi Mevlânâ’yı aradı; Mevlânâ mı Şems’i? Böyle bir soruya Sultân Veled; Mevlânâ’yı, Mûsâ Aleyhi’s-selâm’a; Şems’i de Hızır Aleyhi’s-selâm’a benzeterek, şu cevâbı verir:

Mûsâ büyük peygamberlerden olduğu ve Kelîmullah rutbesine sâhip bulunduğu hâlde, Allah dostlarının isteklisi olmuş, Hızır’ı aramıştır. Mevlânâ da, o kadar üstünlüklere, güzel huylara, makamlara, kerâmetlere, nûrlara, sırlara sâhip olduğu ve zamanında, onun makamının eşi benzeri bulunmadığı hâlde, Tebrîzli Şems’i aramıştır.”

 

Evet, Şems, Mevlânâ’yı aradı; ama Mevlânâ da Şems’i.

Şems, Mevlânâ’ya âşık ve tâliptir; Mevlânâ da Şems’e âşık ve tâliptir. Çünkü âşık, aynı zamanda mâşûk; mâşûk aynı zamanda âşıktır. Mevlânâ der ki:

“Dilberler (gönlü alıp götürenler, ma’nevî güzeller), âşıkları, canla başla ararlar. Bütün mâşûklar, âşıklara avlanmışlardır.

Kimi âşık görürsen bil ki mâşûktur. Çünkü o âşık olmakla berâber mâşûk tarafından sevildiği cihetle mâşûktur da.

Susuzlar, âlemde su ararlar, fakat su da cihanda susuzları arar.”

 

Mevlânâ’nın Yanması, Şems’in Nûrlu Aynasında Gördüğü, Kendi Güzelliğinin Aşk Âteşiyledir:

 

Mevlânâ, ma’nevî yolculuğunu, olgunluğa ermesini; mahviyete (yokluğa) ulaşmasını şu sözünde toplamıştır:

“Hamdım, piştim; yandım.”

 

Mevlânâ’nın pişmesi, babası Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled ile Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkık-ı Tirmîzî’nin feyizli nefesleriyle; yanması da Şems’in nûrlu aynasında gördüğü kendi güzelliğinin aşk âteşiyledir.

Mevlânâ, Şems ile Konya’da buluştuğu zaman tamamiyle kemâle ermiş bir şahsiyetti. Şems, Mevlânâ’ya ayna oldu. Mevlânâ, Şems’in aynasında gördüğü kendi güzelliğine âşık oldu. Diğer bir ifâdeyle Mevlânâ, gönlündeki Allah aşkını Şems’de yaşattı.

Mevlânâ’nın, Şems’e karşı olan sevgisi, Allah’a olan aşkının miyârıdır (ölçüsüdür); çünkü Mevlânâ, Şems’te Allah cemâlinin parlak tecellîlerini görüyordu.

Mevlânâ açılmak üzere bir güldü, Şems ona bir nesîm oldu. Mevlânâ bir aşk şarâbı idi, Şems ona bir kadeh oldu. Mevlânâ zâten büyüktü, Şems onda bir gidiş, bir neşve değişikliği yaptı.

Şems ile Mevlânâ üzerine söz tükenmez. Son söz olarak Mevlânâ hayrânı hocam Ali Nihad Tarlan Bey’in şu cümlesini kaydedelim:

Şems, Mevlânâ’yı ateşledi; ama karşısında öyle bir volkan tutuştu ki, alevleri içinde kendi de yandı.

Şems-i Tebrîzî’nin Konya’dan ayrılışı:

 

Şems ile buluşan Mevlânâ, vaktini Şems’in sohbetine hasretmişti. Artık, Şems’in nûrlarına dalmış, bambaşka bir âleme gitmişti. Şems’in câzibesinde yana yana dönüyor, İlâhî aşkla kendinden geçerek Semâ ediyordu.

Sultân Veled’in ifâdesiyle “Hakk’ın gayreti” ansızın belirdi ve iki İlâhî dostun sohbet ve halvetlerindeki mukaddes sırrı idrâke âciz olanlar arasında, bir dedikodudur başladı. Diyorlardı ki:

Bu adam (Şems) kim oluyor ki; Şeyhimizi, ırmağın bir saman çöpünü kapıp sürüklediği gibi kaptı da bizden ayırdı.

O ne biçim bir ırmaktı ki; öylesine bir dağı yerinden etti, bir saman çöpü gibi alıp götürdü.

Onu, bütün dünyâ halkından gizledi; hiç kimse yerinin, yurdunun nişânını bile bulamıyor.

Artık onun yüzünü göremiyoruz; önce olduğu gibi yanına varıp oturamıyoruz.

Bu adam büyücü olmalı ki; büyüyle afsunla Şeyhimizi (Mevlânâ’yı) kendisine bağladı.

Ne soyu belli, ne boyu; nereden, nereli olduğunu da bilmiyoruz.

Bütün halk va’zından mahrum kaldı; kutlu tâlihimiz, onun yüzünden uğursuzlaştı.”

 

Sems-i Tebrîzî’ye haset edenlerin hepsi, onu öldürmek niyetinde idiler. Arada bir, onu gördüler mi kılıç çekiyorlardı, hem de yüzüne karşı. Önünde, ardında ona söyleniyorlardı. Hepsi de, ne vakit şehirden gidecek; ya gider, ya kahırdan yok olur diyordu.

Neticede, Şems onların dedikodularından, davranışlarından incindi ve Mevlânâ’nın yakıcı niyazlarına, âşıkâne istirhamlarına rağmen, Konya’dan 14 Mart 1246 (21 Şevval 643 Perşembe)’da Şam’a gitti.

Şems-i Tebrîzî’nin Konya’ya Dönüşü:

 

Şems’in ayrılığından derin bir ıstıraba düşen Mevlânâ, manzûm olarak yazdığı güzel bir mektubu, Sultân Veled’in başkanlığındaki kafileyle Şam’a gönderdi.

Mevlânâ, Şems’e gönderdiği manzûm mektupta muhabbet ve hasretini şöyle dile getiriyordu:

“O Ezelî Hayy u Dânâ (ezelden beri diri olan, her şeyi bilen) ve Kâdir u Kayyûm (her şeye gücü yeten, kendisi ile ezelden ebede var olan, dâimâ tedbir ve tasarrufta bulunan) Allah’a yemîn ederim ki;

Onun nûru aşk mumlarını yaktı, uyandırdı da yüz binlerce sır açıldı bilindı.

Onun bir hükmüyle cihan, aşkla, âşıkla, hükmedenle, hükmedilenle dopdolu bir hâle geldi.

Tebrîzli Şems’in tılsımları (olağanüstü kuvvet ve tesiri) içinde onun görülüp duyulmadık şeylerinin hazîneleri gizlendi.

Âh! Siz seyahate çıktığınız andan îtibâren, mumun baldan ayrılması gibi ben de tatlılıktan, lezzetten uzak düştüm.

Bütün gece mum gibi muhabbetinizle yanıyorum. Baldan, tattan mahrum olarak ateşle beraberim.

Sizin cemâlinizin (güzel, nûrânî yüzünüzün) ayrılığından cismimiz harâbeye ve cânımız ise baykuşa döndü.

Artık dizgini bu tarafa çeviriniz. Dirlik filinin hortumunu büyütüp uzatınız.

Âh! Sensiz, senin huzûrun olmadan Semâ helâl değildir. Ayrılık anında çalgı eğlence şeytan gibi taşlanmıştır.

O şeref verici ve anlaşılan mektup gelinceye kadar sensiz bir gazel bile söylenmedi.

Sonra mektubunuzu aldım, neşemden Semâ ettim. Bu sevinçle beş, altı gazel yazdım.

Ey, Şam’ın, Ermen ülkesinin, bütün Anadolu diyarının, kendisiyle övündüğü ulu kişi!

Şam (aynı zamanda akşam), cemâlinizin doğarak parıldamasıyla ve saâdet sabâhının nûru ile aydınlansın.”

 

Sultân Veled kafilesiyle Şam’a vardı. Şems’i buldu ve babasının dâvet mektubunu, hediyelerle birlikte, samimi bir hürmetle ona arz etti. Şems:

Muhammedî tavırlı ve ahlâklı Mevlânâ’nın arzusu kâfîdir. Onun sözünden ve işâretinden nasıl çıkılabilir.” diyerek, Mevlânâ’nın dâvetine icâbet etti ve 1247’de Sultân Veled’in kafilesiyle, Konya’ya döndü.

Şems-i Tebrîzî’nin Kayboluşu:

 

Şems’in Konya’ya geri gelmesine herkes sevindi. Mevlânâ da hasretin sıkıntılarından kurtuldu. Artık Şems’in şerefine ziyâfetler verildi; Semâ meclisleri tertip edildi. Fakat huzurla, muhabbetle, dostluk içinde geçen günler pek çok sürmedi; dedikodular ve can sıkıcı durumlar yeniden başladı.

Şems, o bahtsız dedikoducu topluluğun yine kinle dolduğunu, gönüllerinden sevginin gittiğini, akıllarının nefislerine esir olduğunu anladı ve kendisini ortadan kaldırmaya uğraştıklarını bildi; Sultân Veled’e dedi ki:

“Gördün ya, azgınlıkta yine birleştiler.

Doğru yolu göstermekte, bilginlikte, eşi olmayan Mevlânâ’nın huzûrundan beni ayırmak, uzaklaştırmak, sonra da sevinmek istiyorlar.

Bu sefer öylesine bir yere gideceğim ki, hiç kimse benim nerede olduğumu bilemeyecek.

Aramaktan herkes acze düşecek, kimse benden bir nişan bile bulamıyacak.

Böylece birçok yıllar geçecek de yine kimse izimin tozunu bile göremiyecek.”

 

Sultân Veled’e böyle yakınan Şems, 1247, 1248 tarihinde, Konya’dan ansızın kayboldu.

Şems-i Tebrîzî’nin kayboluşundan sonra Mevlânâ, herkesten onun haberini soruyordu. Kim onun hakkında, aslı esâsı olmayan bir haber bile verse ve Şems’i falan yerde gördüm dese, bu müjde için sarığını ve hırkasını vererek şükrânelerde bulunuyordu.

Bir gün, bir adam, Şems’i Şam’da gördüm, diye haber verdi. Mevlânâ buna, tarif edilemeyecek şekilde sevindi ve o adama, üstünde nesi varsa bağışladı. Dostlarından birisi, bu adamın verdiği haber yalandır, o Şems’i hiç görmemiştir dediğinde, Mevlânâ şu cevâbı vermiştir:

“Evet, onun verdiği bu yalan haber için üstümde neyim varsa verdim. Eğer, doğru haber verseydi, cânımı verirdim.”

 

Mevlânâ’nın eserlerinden, Sultân Veled’in İbtidâ-nâmesi’nden ve kırk yıl Mevlânâ’nın hizmetinde bulunan Sipehsâlâr’ın Menâkıb-ı Hudâvendigâr’ından öğrendiğimize göre Şems, Konya’dan ansızın gidip kaybolmuştur.

Eflâkî, Menâkıbü’l-Ârifîn’inde ve Câmî, Nefehâtü’l-Üns’ünde, Şems’in öldürüldüğünü, şehîd edildiğini kaydediyorlar. Sonraki yıllarda Şems’in şehâdetini kabul edenler de, diğer kaynakları tedkik etmeden, Eflâkî ve Câmî’nin rivâyetlerini esas alarak nakletmişlerdir.

Mevlânâ hayranlarından Midhat Bahârî Beytur diyor ki: Bizim yetiştiğimiz ve sohbetlerinden faydalandığımız Mevlevî âriflerinden Bahâriye Mevlevîhânesi şeyhi üstâdım, mürşidim Hüseyin Fahreddîn Dede, Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Celâleddîn Dede, Galata Mevlevîhânesi şeyhi Azmizâde Ahmed Dede, Üsküdar Mevlevîhânesi şeyhi Ahmed Remzi Dede, Mevlânâ’nın eserlerini ve Mevlevî tarihine iyi tedkik edenlerden Veled -İzbudak- Çelebi, Şems’in katline kâil değildir; kaybolduğu kanâatindedir. Bedîüzzaman Furûzânfer de Mevlânâ Celâleddîn adlı kitabında, Şems’in kaybolduğunu söylüyor.

Üzerine doktora çalışması yaptığım Seyyid Yûsuf Nesîb Dede’miz de Şems’in kaybolduğunu söylüyor. Şems’in kayboluşundaki nükteyi şöyle yorumlar:

“Nühüfte olmasınun aslı Şems-i dîn-i velînün

Ki cilvegâh olamaz âlem iki mihr-i münîre”

 

Konya’da Şems’e atfedilen Türbe, Şems-i Tebrîzî’nin kudsî hâtırasına hürmeten yapılmış bir kadirşinaslık âbidesidir. Bu makamı ziyâret vesilesiyle ziyâretçiler, Şems’i anmış ve mübârek rûhundan feyz almış olurlar. Bundan dolayı bu Türbe, Şems’in şehâdetini söyleyenler için de, kaybolduğunu söyleyenler için de mübârek bir ziyâretgâhtır.

Mevlânâ’nın, Şems’i Aramak İçin, Konya Dışına Çıkışları:

 

Mevlânâ, Şems’i çok aradı. Onun ayrılığıyla, gönülleri yakan, sızlatan, nice şiirler söyledi. Onu aramak için iki kere Şam’a gitti. Yine Şems’i bulamadı. Bu son iki seyâhatin tarihleri kesin olarak bilinmemekle beraber, büyük bir ihtimalle 1248, 1250 yılları arasında olduğu söylenebilir.

Sultân Veled’in ifadesiyle Mevlânâ, Şam’da sûret bakımından Şems-i Tebrîzî’yi bulamadı ama, ma’nâ yönünden onu, kendisinde buldu. Ay gibi kendi varlığında beliren Şems’i kendinde gördü ve dedi ki:

“Beden bakımından ondan ayrıyım ama, bedensiz ve cânsız ikimiz de bir nûruz.

Ey arayan kişi! İster onu gör, ister beni. Ben oyum, o da ben.”

 “Değil mi ki ben oyum, ne arıyorum? Onun tıpkısıyım, artık kendimden bahsedeyim.

Güzelliğini övdükçe överim; ama o güzellik, o lutuf bendim zâten.

Gerçekten kendimi arıyordum; üzüm şırası gibi küpün içinde kaynayıp coşuyorum.

Şıra bir başkası için coşup köpürmez, kendi güzelliğine uyar, onun için işe girişir.

Kendisinde gizli olan güzelliğin görünmesine gayret eder.”

 

Sultân Veled’in sözleri ile Eflâkî’den şu rivâyet, Mevlânâ ile Şems münâsebetin özetidir:

Malatyalı Şemseddîn şöyle anlatıyor:

“Bir gün Mevlânâ’nın refâkatinde, zamanın Cüneyd’i ve devrin Ma’rûf’u Çelebî Hüsâmeddîn’in bahçesinde idik. Mevlânâ da ayaklarını ırmağın suyuna sokmuş İlâhî bilgiler saçıyordu. Söz sırasında, Şems-i Tebrîzî’den bahsediyor; ona medhiyeler söylüyordu. Allah dostlarının makbûlü ve arkadaşların ileri gelenlerinden Müderrisoğlu Bedreddîn, Mevlânâ’nın, Şems’e olan medhiyelerini işitince bir âh çekti ve: “Çok yazık, çok yazık!” dedi. Mevlânâ:

Niçin yazık, neye yazık? Neye hayıflanıyorsun? diye sordu. Bedreddîn, utanarak ve tazimle, “Şems-i Tebrîzî’yi idrak edemediğimden ve onun nûrlarla dolu huzûrundan faydalanamadığımdan hayıflanıyorum. Âh u vâhımın sebebi budur.” dedi. Mevlânâ bir an susup hiçbir şey söylemedi, sonra:

 “Eğer Şemseddîn Tebrîzî’ye ulaşamadınsa, babamın mukaddes rûhuna yemîn ederim ki, saçının her telinde yüz bin Şems-i Tebrîzî asılı bulunan ve onun sırrının sırrını idrakte Şems-i Tebrîzî’nin bile şaşakaldığı birine ulaştın.” dedi ve:

Şâh ve dilber olan Şems-i Tebrîzî, bütün şâhlığı ile bizim cânımızın muhâfızı idi.” Buyurdu. Arkadaşlar Semâ’a başladılar. Mevlânâ da şu mısraları ihtivâ eden gazelini okuyordu:

“Sultân benim, gül bahçesinin cânı benim. Benim gibi bir şâhın huzûrunda bulunduğun hâlde şunu bunu nasıl anıyorsun?”

 

Makâlât:

 

Şems’in eseri olan kitap vardır ki; adı Makâlât’tır. Bu Makâlât kitabı, Şems-i Tebrîzî’nin muhtelif toplantılardaki sohbetlerinden; Mevlânâ ile konuşurken aralarında geçen bahislerden; müridler ve inkârcılar tarafından sorulan suallere verdiği cevaplardan derlenmiş bir eserdir. Kitaptaki cümle ve pasajların eksik ve dağınık olması da gösteriyor ki, bu eseri Şems’in kendisi kaleme almamıştır.

Fürûzanfer, bu eserin edebî kıymetini belirtirken:

“İbârelerin inceliği, gönül çekiciliği, sözlerin güzelliği bakımından Makâlât kitabının önemi büyük olup Fars dili ve edebiyatının büyük hazînelerinden birini teşkil eder. Eğer Şems’in sözlerini not edenlerin noksanlarından ötürü, Makâlât’ın bâzı kısımlarının eksikliği, irtibatsızlığı olmasaydı bu eser, sûfiyâne yazılmış nesirlerin en güzellerinden biri sayılırdı.”  der.

Şeyh Gâlib Dedemiz’in Dilinden, Şems ü Mevlânâ

 

“Gürûh-ı evliyânın ekmelidir Şems ü Mevlânâ

Misâl-i mihr ü subh-ı müncelîdir Şems ü Mevlânâ

Şeh-i aşkun iki kudret elidir Şems ü Mevlânâ

Sıfât u zâta burhân-ı celîdür Şems ü Mevlânâ

Hemân ayn-ı Muhammedle Alî’dür Şems ü Mevlânâ

 

Ruh-ı aşka iki mihrâb-ı ebrûu-yı ibâdetdir

Görünmüş birbirinden rû-be-rû mir’ât-ı hayretdir

Biri nûr-ı hakîkat biri erkân-ı tarîkatdir

Cihân-ı gaybe mihr ü mâh-ı gerdûn-ı celâletdir

Hemân ayn-ı Muhammedle Alî’dür Şems ü Mevlânâ

 

Dil-i erbâb-ı dilde sırrıdır İslâm ü îmânın

Muhakkak sûret-i ideyndir belki cedîdânın

İki ser-çeşme-i âb-ı hayâtdır dil ü cânun

Me’âl-i matlabidür güft ü gûy-ı Hızr u Mûsâ’nun

Hemân ayn-ı Muhammedle Alî’dür Şems ü Mevlânâ

 

İki sultân-ı ma’nâ birbiriyle ittifâk etmiş

Dönüp bir Zülfekâre tâkat-ı şemşîri tâk etmiş

Mükerrer çün ezân fermânları şirke yasak etmiş

Biri küfri sürmüş ol biri nefy-i nifâk etmiş

Hemân ayn-ı Muhammedle Alî’dür Şems ü Mevlânâ

 

Mecaz ammâ ki tahkîka yakîn ta’birdir bu söz

Cemâliyle Celâlin Mushaf-ı tefsirdir bu söz

Bırak isbât ü nefyi vahdet-i takrîrdir bu söz

Gönülden kat‘-ı inkâre dedim şemşîrdir bu söz

Hemân ayn-ı Muhammedle Alî’dür Şems ü Mevlânâ

 

Revân-ı şâd ola Râmiz Beğin Gâlib bu mısrâdan

Fünûn-terdir hakîkat ehline bin hüsn-i matladan

Olur tevhîd rûşen bu muammâ-yı mülemmâdan

Cudâlık hiç seçilmez ol iki nûr-ı müşa’şadan

Hemân ayn-ı Muhammedle Alî’dür Şems ü Mevlânâ”

 


[i] Mansûr-ı Hallâc (?-921):

-Ebu’l-Mugîs Hüseyin bin Mansûr el-Hallâc-

Cüneyd-i Bağdâdî’nin en meşhûr talebesidir.

“Ene’l-Hak (Ben Hakk’ım)” dediği için Bağdât’ta îdâm edilmiştir.