“Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî (gören, düşünen, ibret alan…) kişi, zamanın (bu ânın, bu demin) çocuğudur. Yoldaşlıkta “yarın” demek yoktur”.
Mesnevi Cilt:1 Beyit:133

Seyyid Burhâneddin Muhakkık Tirmîzî

Sultanü’l-Ulema Bahâeddin Veled’in değerli halîfesi olan Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkık-ı Tirmizî, mertebesi çok yüksek bir kâmil mürşid idi. Maârif adlı eseri irfânının ve kemâlinin delilidir. Kendisine daima kalplerde bulunan sırları bilmesinden dolayı Seyyid Sırdan denilirdi.

Seyyid Burhâneddîn, tâ çocukluk yıllarında bir lala gibi omuzlarında taşıyıp dolaştırdığı Mevlânâ’ya dedi ki:

 

Bilginde eşin yok, seçkinsin.

Ama, baban hâl (ma’nevî makam) sahibiydi; sen de onu ara, kâlden (sözden) geç.

Onun sözlerini iki elinle kavramışsın; fakat benim gibi onun hâliyle de sorhoş ol.

Böylece de ona tam mîrasçı kesil; cihâna ışık saçmada güneşe benze.

Sen zâhiren babanın vârisisin; ama özü ben almışım; bu dosta bak, bana uy.”

 

Mevlânâ, babasının halîfesinden bu sözleri duyunca, samîmiyetle ona teslim oldu.

Mevlânâ, samîmi bir teslîmiyetle, Seyyid Burhâneddîn’i babasının yerine koydu ve onu gerçek bir mürşid bilerek, ihlâs ve mahviyyetle, gönülden, tam dokuz yıl  ona hizmet etti. Bu zaman zarfında, o kâmil mürşidin kılavuzluğu ile mücâhede (nefsi yenmek için gayret sarf ederek) ve riyâzetle (dünyâ lezzetlerinden ve rahatından sakınarak perhizle) meşgul oldu; o kâmil ârifin feyizli sohbet ve nefesleriyle pişti, olgunlaştı; baştan ayağa nûr oldu; kendisinden kurtuldu, ma’nâ sultânı oldu. Nitekim, Mesnevî’sindeki şu iki beyit, piştiğinin, kâmil insan mertebesine ulaştığının ifâdesidir:

 

Piş, ol da, bozulmaktan kurtul… Yürü, Burhân-ı Muhakkık gibi nûr ol.

Kendisinden kurtuldun mu, tamamiyle Burhân olursun. Kul olup yok oldun mu, sultân kesilirsin.”

 

Sultân Veled, İbtidâ-nâme’sindeki “Bu eşi bulunmaz ma’nâlar –Allah azîz rûhunu takdîs etsin– Veled diye tanınan Ulu Mevlânâ Bahâeddîn Muhammed’in mürîd ve şâkirdi  Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkık Tirmizî’nin bağışlarıdır; Yüce Allah ondan râzî olsun” başlıklı bölümde onun hakkında şöyle buyurmaktadır:

 

Allah, kimsenin ortaya çıkarmadığı, kimsenin söylemediği nükteleri belirtip Burhân’a gösterdi.

Onun cânı sırların mâdeniydi; güneş gibi ışıklar kaynağıydı.

Erenlerden hiç kimse onun gibi söz söylemedi; o, aşkta da tekti, ledün ilminde de.

Sözünü işiten kişi, gerçek olarak devamlı onu över dururdu.

Sarhoş olur, kendinden geçer, şaşırır kalırdı; aklının fikrinin evi barkı yıkılır giderdi.

Uzaktan yüzünü gören bile gerçeğe ererdi de gözüne gizli bir şey kalmazdı; her şeyi görürdü.

Birisi söyleyip anlatamadan da anlardı ki, bu dünyâda onun eşi yoktu.

Şeksiz şüphesiz o, Allah dostlarındandır. Herkese gayb âleminde yol göstericidir.

O halk içinde, yıldızların arasındaki parlak Ay gibidir.

Ay, yıldızlardan apayrı değil midir? Serçenin, doğana benzediğini kim diyebilir?

Altı yaşındaki çocuk bile onun dengi bir erin Anadolu ülkesine gelmediğini bilirdi.

Allah dostlarının özüydü özetiydi; o, su gibi hem meydandaydı, hem gizli.

Herkes ona kuldu köleydi ama, onu anlamakta da herkesin noksanı vardı.

Herkes onu kendi mikdârınca tanımıştı; kendisince ne kadar mümkünse, onu o kadar görebilmişti.

Bu yüzden de hem meydandaydı, hem gizli. Gizlilik âleminde denizdi; dere gibi görünmedeydi.

Kerem kıldı da bize göründü; onun ihsânıyla nemimiz deniz olup gitmişti.

Ama onda, daha binlerce deniz vardı ki, insanların gözlerinden gizliydi.”

 

 

Mevlânâ, yüksek ilimlerde daha çok derinleşmek için, Seyyid Burhâneddîn’in izniyle Halep’e gitti. Halâviyye Medresesi’nde, fıkıh, tefsîr ve usûl ilimlerinde üstün bir âlim olan Adîmoğlu Kemâleddîn’den ders aldı.

Mevlânâ, Halep’teki tahsilini bitirdikten sonra Şam’a geçti. Burada ilmî incelemeler yapmak için dört yıl kaldı. Bu zaman zarfında, Şam’daki âlimlerle tanışıp, onlarla sohbet etti.

Eflâkî’ye göre Mevlânâ, Şam’da Şems-i Tebrîzî ile de görüşmüştür; fakat bu görüşme kısa bir müddettir ve şöyle cereyan etmiştir:

Şems bir gün, halkın arasında, Mevlânâ’nın elini yakalayıp öper ve ona:

“Dünyânın sarrafı beni anla!” diye hitâb eder ve kaybolur.

İşte bu sohbet veya bir anlık görüşme tarihinden takrîben sekiz sene sonra Şems, Konya’ya gelecek ve Mevlânâ ile içli dışlı sohbet edecektir.

Yedi yıl süren Halep ve Şam seyahatinden sonra Konya’ya dönen Mevlânâ, Seyyid Burhâneddîn’in arzusu üzerine birbiri arkasına, candan istekle ve samimiyetle, üç çile çıkardı. Yâni üç defa kırkar gün (yüz yirmi gün) az yemek, az içmek, az uyumak ve vaktinin tamamını ibâdetle geçirmek sûretiyle nefsini arıttı. Üçüncü çilenin sonunda Seyyid Burhâneddîn, Mevlânâ’yı kucaklayıp öptü; takdir ve tebriklerle:

Bütün ilimlerde eşi benzeri olmayan bir insan; nebîlerin ve velîlerin parmakla gösterdiği bir kişi olmuşsun… Bismillah de yürü insanların rûhunu tâze bir hayat ve ölçülemeyecek bir rahmetle boğ; bu sûret âleminin ölülerini kendi ma’nâ ve aşkınla dirilt.” dedi ve onu irşâd ile görevlendirdi.

Seyyid Burhâneddîn, daha sonra Mevlânâ’dan izin alıp Kayseri’ye gitmiş ve orada ebedî  âleme göçmüştür (1241, 1242). Türbesi Kayseri’dedir.

Mevlânâ’nın Seyyid Burhâneddîn ile münâsebetindeki kemâl ve inceliği ifâde etmesi; Seyyid Burhâneddîn’in ma’nevî ufkunda, Konya’ya yönelen Şems-i Tebrîzî’nin görünmesi bakımından şu rivâyeti  kayd etmek yerinde olacaktır:

Seyyid Burhâneddîn, Mevlânâ’da “Allah’ın velîlerine korku ve hüzün yoktur”  âyetinin sırrını, yakînen  gördü. Mevlânâ’dan, Kayseri’ye gitmek için izin istedi. Mevlânâ râzı olmadı. Bir müddet sonra tekrar izin istedi. Mevlânâ yine müsâade buyurmadı. Nihâyet Seyyid Burhâneddîn, izinsiz yola çıktı. Yolda, bineğinin ayağı kaydı, Seyyid Burhâneddîn yere düştü, ayağı incindi; mecbûren geri döndü, Mevlânâ’nın huzûruna geldi ve:

 

Ey gözümün nûru! Niçin izin vermiyorsunuz? Veriniz de gideyim” dedi. Mevlânâ:

 

Siz niçin benden uzaklaşmayı tercih ediyorsunuz? ” diye sordu. Seyyid Burhâneddîn:

“Allah’a hamd olsun, siz kemâle vâsıl ve yüce mertebelere nâil oldunuz. Artık insanlar sizden nûr alıyorlar. Benim gitmek isteyişimin sebebi şudur: Allah’ın Metin ve Kavî isimlerinin tam mazharı bir arslan Konya’ya yönelmiştir. O arslandır; ben de arslanım, birbirimizizle geçinemeyiz.”

 

Mevlânâ, Seyyid Burhâneddîn’in Konya’dan ayrılışından sonra, irşad (Allah yolunu gösterme) ve tedrîs (öğretim) makamına geçti. Babasının ve dedelerinin usûllerine uyarak beş yıl bu vazîfeyi başarı ile yaptı. Rivâyete göre dînî ilimleri tahsil eden dört yüz  talebesi ve on binden çok mürîdi  vardı.

Mevlânâ’nın, Seyyid Burhâneddîn’den sonraki ahvâlini, Sultân Veled İbtidâ-nâme’sinde şöyle anlatır:

 

“Her ihtiyara, her gence sayısız kerâmetleri belirdi.

Ulu müftüler, hüner sâhipleri, onu, peygamber makamında gördüler.

İleri gidenler de, geri kalanlar da ona mürid oldu, kul köle kesildi; baharın yeşillikleri gibi dirildiler.

Cömert davranıp minberde, peygamber gibi ateşli, alıcı va’z verdi.

Gizli sırları açtı, söyledi; her zaman, yüz binlerce inciler deldi.

Güzelim ünü âlemi tuttu; insanların rûhlarını diriltti.

Sırlar, onun yüzünden öylesine açıldı ki; her mürîdi Ma’rûf’ [i]u bile geçti.”

 

 


[i] Ma’rûf-ı Kerhî (?- 815):

-Ebû Mahfûz Ma’rûf bin Fîrûz el-Kerhî-

Aslen İrânlı bir soydan gelir. İmâm Alî Mûsâ er-Rızâ (?-203/818)’nın eliyle İslâma girmiştir.

Türbesi Bağdât’tadır. Abdülkerîm-i Kuşeyrî (986-1072) onu şöyle tavsîf eder:

“Duâsı müstecâbdır; kabriyle şifâ taleb edilir.”

Bağdâtlılar derler ki:

“Ma’rûf’un kabri tecrübe edilmiş panzehirdir.”

Sûfîlerin İmâmı Cüneyd-i Bağdâdî (?-913)’nin dayısı ve şeyhi Serî-i Sakatî(?-872)’nin şeyhi, mürşîdidir.

Ma’rûf-i Kerhî, Mevlevî Tarîkati Silsilesi’nde ismi geçen zevât-ı kirâmdandır.